“Nefse ve onu düzenleyene, ona iyilik ve kötülüğünü ilham edene yemin olsun ki.” (Şems , 7-8 )

Allah , nefsi , kendisine ilham edilen günah ve takvayı kabul eden bir mahal yapmış , nefs de günahı ve takva duygusunu ayırt ederek günahtan sakınır (sakınabilme özelliğinde iken) , takva duygusunun ise yolunu tutar. Öte yandan şunu ifade eder : Allah kendisine ilham ettiği şeyle nefsin günah ve takva duygusunda bir çaba ve kazanımı olmaktan soyutlamıştır. Nefs , sadece dince ister günah ister takva olsun , fiilin ortaya çıkması için bir mahaldir. O halde nefs , bu iki hüküm arasındaki orta ‘ berzah’ tır.
… Nefsin özelliği , (kendisinden) zararı uzaklaştırmak ve yararı çekmektir. Bu ise , şeriat hükümleri içinde özellikle mubah kısmında bulunabilir. Çünkü mubah , yapılması ve yapılmaması eşit , bu nedenle de , karşılığında ödül veya dinen sorumluluğun bulunmadığı davranıştır.
… ‘ Nefse günahı ilham etti ‘ ifadesindeki zamirin şeytan , bağlaçla gelen takvanın ilham edilişindeki zamirin ise meleğe raci olması geride kalmıştır. Dolayısıyla bir yaratılmışın karşısına başka bir yaratılmışın konulması , bir yaratılmışın Yaratan karşısına konulmasından daha uygundur.
… Allah , nefsinin rütbesini ve onun özü gereği kötülüğü emreden biri olmadığını bildirmiştir. Nefse kötülük , şeytanın günahı ilham etmesini kabul etmesi ve bu konudaki meşru hükmü bilmeyişi bakımından nispet edilebilir.
… Böylece , nefsi ve nefsin ya zatından veya kendisine ilham ettikleri işlerde melek veya şeytandan kabul ettiği işlerden kendisine hakim olan özelliğe göre , organları hareket ettirdiğini bildirdim. İlhamı bilmek , Allah’ın , nefsine yerleştirdiğin şeyi ilham ettiğini bilmendir. Fakat geriye , Allah’ın onu kimin vasıtasıyla ilham ettiğine ve bu ilhamın sana hangi yoldan geldiğine bakman kalmıştır : İlham melek yolundan mı , şeytan yolundan mı gelmiştir ?
Din tarafından belirlenmiş bir emir ve yasakla ilgili olan şey , ilham değil , ledünni bilgidir. O halde itaatin bilgisi ilham ile gerçekleşirken , itaatin sonuçlarını bilmek ise ledünni bilgidir.
Ledünni bilgile ilham arasında fark vardır. İlham , geçici ve arızidir, gider ve başkası gelir. Ledünni bilgi ise sürekli sabittir ve gitmez. İlham , kula daha önce bilmediği şeylerin ilham edilmesidir. Ledünni bilgi ise, yaratılışın aslında bulunmayan ve amellerin meydana getirdiği bilgidir. Allah , bazı kullarına Salih amel işlemeyi nasip eder. Kul Salih ameli işlediğinde , Allah bu amelden kulun daha önce bilmediği bir bilgiyi kendi katından (ledün) onun adına meydana getirir.
Ledünni bilginin belirli bir madde de olması gerekmez. İlham ise , her zaman maddelerde olmalıdır. Ledünni bilgi mutlaka isebet eder. İlham ise , bazen doğru , bazen yanlış olabilir. Doğru olan kısmı , ‘ ilham bilgisi ‘ diye isimlendirilirken , yanlış olan ise , ilham bilgisi olarak değil , sadece ‘ ilham ‘ diye isimlendirilir.

Fütuhat c2 , s367-372 – Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)


Resulullah (S.A.V.) efendimiz bir sahabenin ,” yaratılışın başlangıcı öncesi Rabbimiz nerede idi “ sorusuna “ Allah var idi ve ama da idi ( Ama ; altında ve üstünde hava olmayan bulut anlamına gelmektedir) “ buyurmuş, yani Allah ile birlikte hiçbir şeyin varlığından söz edilemeyecek bir durumu belirtmiş ve bu sözün akabinde Hz. Ali (r.a.) “ El’an da öyledir “ diyerek tamamlamış, yani halen de öyledir, değişen hiçbir şey yoktur anlamına gelen ifadeyi kullanmıştır.

Meseleye hakikat boyutundan bakabilmemiz bize gerçek tevhid idrakini kazandırır. Mü’min diye nitelenebilmek için kişinin gerçek tevhid ehli ‘ muvahhid’ yani ‘ Allah’ı birleyen ‘ olması gerekir. Müslüman kimse Allah’ın varlığına iman etmiş iken, mü’min kimse ise Allah’ın mutlak birliğine iman etmiş kimsedir. Allah’ın birliğine iman etmiş kimse bilir ki tek vücud sahibi Allah’tır. Allah ile birlikte her hangi bir şeyin vücud sahibi olmasından , varlık sahibi olmasından söz edilemez. Bu durumda tüm alem ve alemde bulunan her şey , tüm yaratılmış , Allah’ın ilminde yarattığı ilmi suretlerden ibarettir. Allah’ın varlığı gibi bir varlıklarından söz edilemez, Allah’ın varlığının yanında yok hükmündedirler. Bu hakikati kimi ehlullah “ Alemler hayelden ibarettir. “ , “ Hiçbir mevcudat varlık kokusu almamıştır. “ gibi sözleri ile ifade etmişlerdir. Biz bu hakikati ancak idraklerimizde algılayabiliriz. Bununla birlikte bir yaratılmış olarak “ben varım” ya da “alem var” deriz ve bizde oluşan bu varlık algısı ebedi olarak yani hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında cennet ya da cehennem ortamındaki yaşantıda da kesinlikle var olacaktır ve bu algıdan mutlak manada soyutlanmamız asla mümkün değildir.

Konuya hakikat boyutundan bizde oluşan idrak ile baktığımızda “ Nefse ve onu düzenleyene , ona iyilik ve kötülüğünü ilham edene yemin olsun ki “ (Şems , 7-8) ayetinden şunu anlarız ki : Nefs’e mutlak manada ilham eden Allah’tır. Varlıkta Allah’tan gayrısı yoktur. Tüm mazharlarda tecelli eden ve tecelligahta şen’den şen’e giren O’ dur. Mazharlar dahi O’ndan gayrı değildir. Bu bakış ve idrak hakikat boyutundan olan bakıştır. Ancak Allah , dünya hayatında yapmış olduğumuz işimiz , ibadetimiz , ilişkilerimiz , niyetimiz , düşüncelerimiz , eylemlerimiz hususunda bir ölçü içerisinde olmamızı istemiş ve bu ölçüye şeriat adını vermiştir. Aynı şeriat bize Allah karşısında edepli olmamızı emreder. Edep dairesi içerisinde hareket ettiğimizde ki kamil mü’min edebe riayet etmelidir , bu durumda nefse kötülüğü ilham eden olarak şeytanı gördüğümüz gibi , nefse iyiliği ilham eden olarak da meleği görürüz. Çünkü şunu bilir ve kabul ederiz ki , ‘ sana bir iyilik isabet ettiğinde bunu Allah’tan bil , sana bir kötülük isabet ettiğinde ise bunu nefsinden bil ‘ uyarısı bize bu hususta takınmamız gereken edebi tavrı açıklar. Oysa ki her ikisi de “ Allah katından dır “. Burada nefse isabet eden iyilik ve kötülüğün tamamının kaynağı hususunda “ Allah’tan dır “ demeyip , “ Allah katındandır “ söylemini kullanmak ( ki bunun anlamının derinliğini ve buradaki ince manayı ehli olan bilir ) yine ilahi huzur karşısında edep takınmaktan kaynaklanır ve doğrusu da budur. Bir de şu hakikat vardır ki mahallin sahip olduğu istidat durumu ( ayan-ı sabitesinden kaynaklanır) bu ilhamlardan birini alıp kabul etmeyi ve onun tesirlerini kendi üzerinde açığa çıkarmayı belirler. Şeriat tarafından belirlenmiş haram ve mekruh hükmünde olan şeyleri yapmaya yönelik gelen ilhamların şeytan dan olduğu gayet açıktır. Şeytan sıradan insanlara bu tarz ilhamlarla geldiği gibi ariflere ise daha farklı ilham ile gelir. Arif kişi dince belirlenmiş bir ibadeti yapmaya niyet ettiğinde şeytan başka bir ibadeti o kişiye daha güzel , daha faziletli gösterir ve böylece arif kişi ilk niyet ettiği ibadeti yapmaktan vaz geçerek şeytanın kendisine daha güzel gösterdiği ibadete yönelir. Oysaki bu ilhamın şeytan dan olduğunu bilseydi böyle yapmaz , önce ilk niyet ettiği ibadeti yerine getirir ve daha sonra ikincisine geçerdi. Şeytan dan gelen ilham hızla değişiklik arz eder. Bu durum şeytanın ateş unsurundan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Nefs , şeriatça belirlenmiş kurallara riayet etmeye yönelik çalışma içersine sokulur , kontrol altında tutulur , terbiye ve tezkiye hususuna titizlikle dikkat edilirse melekten gelen ilhamları kolaylıkla kabul edip uygulamaya geçen bir mahal olur. Şeytanın amacı kulun , Allah’ın rızası hilafına , şeriata muhalif iş , oluş , uygulama ve düşünce içerisine girmesini sağlamak ve böylece Allah’a asi olup rahmetinden uzak düşmesini temin etmektir.

Böylece kulun nefsi , şeytan dan ve melek den gelen ilhamlara mahal olur. Bu ilhamların ne şekilde olanına itibar edilip ne şekilde olanına itibar edilmemesi bilgisini ise kişiye kazandıran şey leduni bilgidir. Leduni bilgi Allah’ın kullarından istediklerine verdiği bilgidir. Bu cihetle leduni bilgide kesb yani kazanım yoktur. Vehb yani O’nun dilemesi ve vermesi vardır. Salih amel işleyen kullarından dilediğine Allah bu ledun ilmini verir. Böylece leduni bilgi sayesinde kul , amellerin hakikat ciheti ile kendisine getirisini ve sonuçlarını öğrenir. Namaz kılmak neticesi olarak kulun mirac etmesi ve Rabbi ile konuşması hakikatine vasıl olması , zekat vermek neticesi olarak kulun bereket kazanması , oruç tutmak neticesi olarak kulun Allah’ın samedaniyetini idrak etmesi, o boya ile boyanarak “ O’nun benzeri şey yoktur “ ayetinde dile getirilen benzersizliğin olumsuzlanmasından meydana gelen tenzihi kulun kazanması , Allah’ı zikretmesi ve buna devam etmesi neticesi olarak kulun alemde dilediği şeye “ ol “ deyip o şeyin olması sonucunun açığa çıkması halinin kazanılması vb. gibi mevzuları leduni bilgi sayesinde kul öğrenir.

Nihayetinde kul ancak bu ilimleri tahsil ederek , emr-i ilahiye uygun ameller işleyerek nasibi oranındaki kemalat derecesinde Allah’ı bilebilir.

Allah en doğrusunu bilir.

Ahmet Şahin Uçar

Daha Fazla Göster

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu