Allah’a giden yollar, mahlûkatın adedincedir

“Allah’a giden yollar, mahlûkatın adedincedir” diye buyuruyor Ehlullah. Yani; Allah’a giden yol sayısı çoktur, mahlûkatın adedincedir. Çünkü; bütün mahlûkatın istidatları farklı, mizaçları farklı, fıtratları farklıdır. Tüm bu farklılıklar içerisinde, Allah’a giden yollarda farklılık arzetmektedir. Şöyle açıklayabiliriz; her farklı mizaca uygun,fıtrata uygun, Allah’a vâsıl olacak bir yol vardır, ve her mizacın farklı bir seyr-i sülûku vardır.

Esas itibari ile bu yollar ikiye ayrılmaktadır. Birinci yol, ‘varlıktan Allah’a ulaşmak yoludur.’ İkinci yol ise Allah lâfzı ile işaret edilen mânâyı idrak edip, tabiri caizse ‘Allah’tan, alemi seyretmek’ yoludur.

Birinci yol, yani alemden Allah’a vâsıl olmak yolu, sağlam bir yoldur ancak seyr-i sülûk-u uzun bir yoldur. Yani ömür kifâyet eder, etmez. Allahu âlem. Buna rağmen bu yolda gidişat sağlamdır fakat bu usûlden gidildiği zaman, Allah’ı gerçek mânâda idrake daha uzun bir zamanda ulaşılır.

İkinci yol ise; önce Allah’ı idrak edip, Allah lâfzı ile işaret edileni bilmek, bunu idrak etmek, bu idrakten sonra alemi seyretmek bilincini elde etmeyi hedefler. Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerinin de bize talim terbiye ettirdiği yol budur.

Ancak bahsettiğimiz bu ikinci yolun engeli, tuzakları çok, kaygan zemini çok fazladır. Bu kaygan zemine pek uğramamak isteyen bazı târikatlar; diğer yolu yani birinci yolu tercih etmişler -ki mürid sağlam bir şekilde seyr-i sülûkunu yapsın, maksat hâsıl olsun. Ama ömür kifayet eder, etmez o da ayrı bir mevzû tabi.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri Fütuhât’ta şöyle der: “Allah’ın varlığını ispat etmeye gayret sarf etmek yersizdir.” Çünkü Allah’ın varlığı zaten ortadadır. Aklı olan bir insan için Allah’ın varlığını tartışmak, varlığını ispata kalkışmak mevzûsu zaten yersizdir, asıl mevzû ; Allah’ın birliğini ispat etmektir.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, Fütuhât’ta iman mertebelerini üç kategoriye ayırır ve önce Müslüman olunur, Sonra Mü’min olunur daha sonra, irfan sahibi Mü’min olunur, der.Dolayısı ile Müslüman; Allah’ın varlığına iman edene denilir, demektedir. Mü’min ise Allah’ın birliğine iman edene yani, tevhid ehline denilir. Mü’min olmanın mevzuatını, hakikatini bu şekilde dile getirmektedir.

Allah’ın birliğini, tevhid meselesini dile getirmesi ve bu görüşün çıkış noktası olması, vahdet-i vücud görüşünün savunucusu kabul edilmesi ve bunun akabinde manevi öğrencilerininde vahdet-i vücudçu olarak anılmasının sebebi budur. Fütuhât-ı Mekkiye’ de vurgulanmak istenen temel amaç, bu tevhid akidesidir.

Allah’ın birliği hakikati bilincini insanın içselleştirmesini , anlamasını , idrak etmesini sağlamak amaçlanmıştır. Bu amacın gerçekleştirilmesi için târikatların bazı yöntemler belirlediklerini görmekteyiz. Bu yöntemler bazı çalışmaları içermektedir, birtakım virdler, bazı tesbihatlar, günlük okunması gereken zikirler, esmalar, bazı ayetler bu amaca yönelik yapılan çalışmalardır. Özellikle olmazsa olmazı, kelime-i tevhid vardır.

Ahmed Ticani Hazretleri’de, oluşturduğu virdde bu yolu esas almıştır.

Manevi dereceleri yüksek Ehlullah şöyle bir hakikati dile getirir ve der ki: “Allah’a vâsıl olmada, Allah’ı tanımada, O’nu bilmede, bir anahtar vardır. Bu anahtar iki dişlidir. Sahip olman gereken anahtarın dişlerinden birisi kelime-i tevhid, diğeri ise Rasûlullah Efendimize salâvattır. Ancak kelime-i tevhid ve salâvatla iştigâl ettiğin takdirde bu iki dişe sahip anahtarı elde etmiş olursun ki, o kapı açılır. Eğer bu dişlerden birisi eksikse, o kapıyı açmak mümkün değildir.

Rasûlullah Efendimize salâvat getirmek ve kelime-i tevhid zikretmek, kelime-i tevhidin mânâsını idrak etmek , yaşamak da zaten vahdet meselesidir. Şimdi, buradan hareketle mürid (yola çıkan kişi) seyr-i sülûkunu yapacağı zaman, ne hâl üzere bu seyr-i sülûkunu yapacağını bilmesi, yolunu seçmesi gerekir.

Târikat, târik yol anlamına gelmektedir. Allah’a giden yol. Târikatlar da zaten bu maksatla kurulmuştur. Yani Allah’a giden yolun usûlünü ortaya koymuşlardır. Her târikat farklı cihetten ,farklı zikirle, farklı bir nefis terbiyesi ve tezkiyesi usûlünü ve metodunu tutmuştur. Bunun sebebide mizaçların farklı olmasıdır.

İnsanlar yaratılış itibari ile farklı farklı mizaçlarda yaratılmış. Kim mizacına uygun olan yolu seçerse, mutlu bir şekilde istek ve azimle devam eder. Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri Fütuhât’ta: “İnsan, mizacına yatkın olan şeyler ile karşılaştığında mutlu olur. Mizacına yatkın olmayan bir şey ile karşılaşırsa, bu onun mutsuzluğuna sebep olur” buyuruyor.

Rasûlullah Efendimizin “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” hadis-i şerifinden hareketle, kişi önce nefsini tanımalı, nefsinin hakikatini bilmelidir. Nefsin hakikatini bilmeye ‘Rabbi Has’ dediğimiz mevzû da girmektedir. Yani insanın, Allahü Teâlâ’nın hangi esma’sının yoğun bir şekilde zuhûratının etkisi ve tesiri altında olduğunu bilmesi gerekmektedir. Bu esma’yı veya bu esma terkibini bildiği zaman; kişi, Rabb-i hassından haberdar olmuş olur. Bu şekilde nefsini bilmek kişiye Rabb’ini bilmenin yolunu, kapısını açar.

Kişinin işi Rabb-I hass’ını bilmekle bitmez, kendi Rabb-i hassını öğrendikten, bildikten sonra, Rabb-ül âlemîn’i tanıması lazım. Alemlerin Rabbi olan Allah’ı tanıması lazım ki ancak kemâlâta erişebilsin, kemâlât bulabilsin. Yoksa sadece Rabb-i hassını tanımakla sınırlı kalır.

Bu noktada Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri Fütuhât’ta buyurmuş; “Kimisi vardır ki; Allah’a davet ederken Rabbânî ahlâk üzere davet eder. Kimisi vardır, Rahmânî ahlâk üzere davet eder. Kimisi vardır, İlâhi ahlâk üzere davet eder.” Kişi, Rabbânî ahlâk üzere davet ediyor ise bu Rabb-i hassını öğrenmiş, bilmiş. Rabb-i hassı ne ise, hangi esma’nın tesiri altında ise hep o esma’yı vurgulayarak, o cihetten davetini yapar. O zaman bu davet nakıs olur yani kısıtlı olur. Bu davet kâmil bir davet değildir. Çünkü kişi hangi esma’nın veya esma terkibinin zuhûratında ve tesiri altında ise, sadece o Esma’lar dahilinde bir davette bulunur. Böylece Allah’a daveti sınırlı kalmış olur. Halbuki, Allahü Teâlâ’nın sınırsız esma’ları vardır. Allahü Teâlâ’nın bize bildirdiği doksan dokuz esma’sı olması ile birlikte hakikatte,Allah’ın birçok ismi var tabii ki ama bu doksan dokuz esma, diğer ismini bilmediğimiz esma’ları da kapsayıcı niteliktedir.

Burada kişi Rabbi Hassı cihetinden davet ettiği zaman davetini Rabb’ine yapıyor. Yani, kişinin Rabbi hangi esma ise etrafındaki insanları da o esma ile davet ediyor. Dolayısı ile bu kâmil bir davet olmuyor.

Sadece ‘Celâl’ yönünden davet eden birini örnek verirsek; Rabb-i hassında, Celâli esmalardan alan ve bu esmaların zuhûratı olan insan hep Celâl yönünü anlatır. Yani Allah ile korkutur. Cehennem azabı ile korkutur. “Şunu yaparsan şöyle azap görürsün, bunu yaparsan şu cezayı görürsün, şu fiili işlediğin zaman Allah’ı gazaplandırmış olursun, sana şu musibeti verir, başına bu gelir.“ diyerek muhatabını uyarır. Sadece bu cihetten izah eden kişi ‘Celâl’ esmalarının terkibi ile terkiplendiğinden yani Rabb-i hassının baskın unsuru bu cihetten olduğundan, kişileri hep bu yönden davet eder. İbn Arabî Hazretleri bu konuda, “Kimisi zorlayıcı ahlak ile davet eder” yani korkutarak davet eder, diyor.

Bazıları ise, Rahman esma’sının tecellisi altındadır. Cemâl yönü ağır basar, bunlar da davetini bu cihetten yaparlar, Allah’ın affediciliğine vurgu yaparlar. Ne günah işlersen, ne kusur işlersen tevbe istiğfar ettiğinde affedeceğinden, Allah’ın Rahmetinin geniş olduğundan , Rahmetinin her şeyi kuşattığından , her halükarda affedileceğinden dem vurur, bu cihetten davet eder. Korkutmayı kullanmaz, ondan hiç konuşmaz bile.

Bir de, ‘İlâhi davet’ den bahseder Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri. Esas yüce bâb, kapı budur. İlâhi davet ile davet eden hepsini cem eder. Celâli yönünü, Cemâli yönünü cem etmiştir. Yerine göre, zamanına göre, duruma göre, gerektiği yerde Celâl’ini anlatır, korkutur. Gerektiği yerde Cemâl’ini anlatır, rahmetiyle serinletir, rahatlatır. En kâmil davet budur, demektedir.

İşte târikatlarda da mürşidler bu üç hâlden birinde bulunmaktadır. Ancak mürşid-i kamil denilenler bu ‘İlâhi davet’ mevzûna sahiptir. Yani yerine göre, Celâl esma’sı ile anlatacağı zaman Celâl’i anlatıp, Cemal esma’sı ile anlatacağı zaman da Cemâl esmasının yansımalarını anlatarak kalplere tesir eder. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, en kâmil davet budur, demektedir. Ayrıca şunu da belirtir; “Allah’a basiret üzere davet edenler ancak gerçek davetçilerdir.” Yani kişi Allah’a davet yapacaksa basiret üzere olması gerekir, der. ‘Basiret’, ‘Basar’ kalp gözünün açıklığından dem vuruyor burada -ki eğer kişi basiret üzere değil ise davetinde hata yapar. Yani Allah’ın geniş kıldığı mevzuatı daraltabilir veyâhut da Allah’ın sınırladığı mevzuatta bilmeyerek işi genişletebilir.Bu sefer de hata yapar.

Aslında ’emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker’, dinimizde, şeriatta Allahü Teâlâ’nın emridir. Fakat bu emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker görevini hakkı ile ancak basiret ehli olanlar getirebilir.

Bazı kişiler dinden, İslam’dan birtakım bilgiler edinip bu yarım yamalak bilgi ile ‘dinimizin emri, emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker ‘ diyerek çıkıyor meydana. İyiliği emredeceğim ya da kötülükten men edeceğim niyeti ile bilmediği mevzularda karışıyor karşı tarafa. Aslında niyeti emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker yapmak, çünkü dinim bunu emretti bana, diyor. Bu iyi niyete rağmen akıbet dilediğince olmamakta çünkü kişi dinini henüz tam öğrenmemiştir, teferruat bilgiye hakim değildir. Bu durumda hata yapması muhtemeldir. Yani tabiri caizse, ‘kaş yapacağım derken göz çıkarıyor’ deniliyor ya. Böyle bir hâl hâsıl olmuş olur.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri diyor ki: “Emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münkeri kâmil şekilde yapabilmek için basiret ehli olman lazım. Ancak basiret ehli isen, bunu kâmil şekilde yapabilirsin.”

Rabb-i hass mevzûna tekrar dönersek; Rabb-i hass, kişiye münhasır, Allahü Teâlâ’nın, o kişinin oluşumunda kullandığı esma terkibi ve bu terkipten ortaya çıkan özel kişisel yapısı diyebiliriz. Alemlerin Rabbi hangi esma’ları ile o kişiye zuhûr etti ise o esma terkibi, o kişinin Rabb-i hassı olmuş olur. Yani o kişiye münhasır Rabb’ini tanıma yoludur.

Burada benim Rabb’im benim yaptığımdan razı iken, bir başka kardeşimin Rabb’i benim yaptığımdan razı olmaz. Şimdi şöyle bir soru çıkabilir: ‘Yani onun Rabb’i ayrı benim Rabb’im ayrı mı?’ Hayır. Öyle bir şey yok. ‘Rab’ diye anlattığımızda, Allahû Teâlâ’yı anlatıyoruz ama herkese tecellisi farklı cihetten olduğu için mânâyı anlamak adına Rabb-i hass diye bir ayrım koymuş Ehlullah.

Zihnimizde sağlıklı bir biçimde yer etmesi için tekrar açıklayacak olursak; yaradılışındaki esmaların sana tecellisi farklı, senin yaratılışında, senin fıtratında, senin mizacının oluşumunda o esma terkibi, farklı bir birleşimle zuhûr etmiş. Benim de aynı şekilde, mizacımda, fıtratımda, yaratılışımda olsun farklı bir esma terkibi zuhûr etmiş. Bu terkip farklılıklarından dolayı, ‘kişinin Rabb-i hassı’ terimi ortaya çıkmıştır.

 

Allah en doğrusunu bilir.

Ahmet Şahin Uçar

Daha Fazla Göster

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu