Allah kullarına hesabı, emrinden sorar.
Benim Rabb-i hassım hangi Esma terkibinden oluştu ise ona uygun fiiliyatlarda bulunmaktayım. Bu durumda herkes, Rabb’inin sırat-ı müstakimi üzeredir hakikati ortaya çıkar.
Aslında her yaratılan birim ya da insan, Rabb’inin sırat-ı müstakimi üzerinde olduğundan dolayı Rabb’i ondan razıdır. Senin Rabb’in senden razı, benim Rabb’im benden razı. Senin Rabb’in benden razı olmayabilir, çünkü benim terkibim farklı. Sana zıt bir terkip varsa ondan razı olamazsın. Asıl önemli olan şu ki; Rabb-ül Âlemin benden razı mı? Burayı kaçırmamamız lazım.
Rabb’imiz razı, Rabb’imizin sırat-ı müstakimi üzereyiz, işte Fatiha’da geçen sırat-ı müstakim -beni sırat-ı müstakime ulaştır- derken, Rabb-ül Âlemin’in sırat-ı müstakimini kastetmekteyiz. Rabb-i hassımızın değil. Yani Allahû Teâlâ’nın emri cihetinden “Ey kulum, dosdoğru böyle ol, emrime uy” dediği talimata uygun bir sırat-ı müstakimi kastediyoruz. Buradan şu konuya da atıf yapalım; Hud Suresi 112. Ayette “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diye buyrulmaktadır.
Allahû Teâlâ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diye hitap ettiğinde ,Rasûlullah Efendimiz diyor ki: “Beni Hud Suresi ve onun kardeşleri ihtiyarlattı.”
Bak ne ince bir anlatım var. Rabb-i hassının sana verdiği terkip üzere dosdoğru ol diye bir hitap yok, zaten herkes Rabb-i hassının terkibi üzerine dosdoğru yolda.
‘Emrolunduğun gibi’ Allah’ın emrine uymak, emirden kastedilen nedir? Bu emir, Allah’ın koymuş olduğu şeriattır. Şeriatımda belirttiğim bu doğru yola uygun nitelikte dosdoğru ol hitabı var ki; Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri diyor ki; Ehlullah bu hitabı, bu ayeti okuduklarında aynı Rasûlullah Efendimizin ifade ettikleri gibi adeta irkilirler. Şunu düşünürler: “Acaba benim ayan-ı sabitem, Rabb-i hass’ım o emrettiği dosdoğru yola uygun düşüyor mu? Ola ki benim ayan-ı sabitemden gelen, Rabb-i hass’ımdan gelen bu mevzuat Allah’ın emrettiği dosdoğru yola uygun düşmüyorsa halim nice olur.” Bundan dolayı irkilirler, diyor. Çünkü ayan-ı sabite’de mevzuu ne ise o ortaya çıkacak, onu değiştirmek mümkün değil. Ayan-ı sabite, sabit hakikatlerdir.
Kişi, ne için yaratıldı ise ona hizmet edecek. İşte, ayan-ı sabitedeki bu sabit hakikatler acaba Allah’ın “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitabına uygun düşüyor mu? Düşüyorsa ne âlâ. Mutlulardan, kurtulmuşlardan olur insan. Ama uygun düşmüyorsa… İşte o zaman, insanı ziyana uğratan bir hâl ortaya çıkmış olur. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri Fütuhat’ta bu mevzuya değiniyor ve diyor ki; “Ariflerden bir kısmı ayan-ı sabite’sindeki hakikatleri görür, gördüğü zaman ayan-ı sabite’sindeki bu hakikatlerin bilgisini, Allahû Teâlâ gaybından açar, bu bilgiyle kişiye bir nevî levhi mahfuz’da gideceği yol gözükmüş olur. Bunu gördüğü zaman kişi, eğer “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitabına uygun düştüğünü görür ise mutlulardan olur. Ama “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” hitabından bazı sapmalar olduğunu gördüyse buna üzülür. Ama şunu da bilir ki, Allah’a teslim olmaktan başka yapacak bir şey yok. Takdir-i ilahi… Kişi sapmalardan dolayı hesaba çekilecek, artık ne ile karşılaşacaksa karşılaşacaktır.
Ehlullah; Âriflerin iki kısım olduğunu söylüyor. Bir kısmı vardır ki; mutlulardandır, cennet ehli. Bir kısmı da vardır ki cehennemde, azap çekecek âriflerdir. Kişi Ârif olmuş… Ârif; bilgi sahibi, hakikate vâkıf ama ayan-ı sabite’si gereği o duraktan geçmesi gerekiyor, çünkü hakikati öyle. Cehenneme uğrayıp geçecektir.
Şöyle bir soru gelebilir; “Orada cehennemde göreceği azap konusu nasıldır?”
Tabii, sıradan, avamın göreceği cehennemdeki azap ile, Ârif olarak yani Allah’ı bilerek gidip de göreceği azap mevzuu farklı. Ondaki derecelenmeleri Allah bilir.
Muhyiddin Arabî Hazretleri bu konuda; İkisinin (arif olan kişi ve sıradan insanın)cehennemdeki durumu, azabı veya tadacakları bir değildir, diyerek vurgu yapıyor.
Rabb-i has mevzusundan, ‘Allah ‘ lâfzı ile işaret edilenin ne olduğunu, Allah’ı kavrama mevzusuna geçersek, bu terimlerin sağlıklı bir biçimde yer etmesini sağlayabilirsek bundan sonraki Fütühat-ı Mekkiye okumalarımızdan daha iyi faydalanabiliriz.
Bize şöyle soruyorlar; “Rabb-i hassın kuldan razı olup ta Rabb-ül Âlemin’in olmaması bir tezatlık olmuyor mu? Paradoks olmuyor mu? Nasıl biri razı olurken, öteki razı olamıyor?”
Aslında Rabb-i hass’da işaret ettiğimiz zât ile Rabb-ül Âlemin derken işaret ettiğimiz zât, farklı zâtlar değil. Allahû Teâlâ’nın bir emri vardır, bir de irâdesi vardır. Allah, irâde eder, irâdenin hükmü geçerlidir. Bir de emreder, bazen emrettiği şeyler irâdesine uygun düşerken, bazen emrettiği şeyler irâdesine uygun düşmez. Ama hüküm her zaman irâdenindir. Bu mevzuyu iyi anlamamız lazım.
Bu konuyu anlamak için; kader mevzusunda, Miraç’da, Hz. Musa ile Hz. Adem’in birbiriyle karşılaşması ve Hz. Adem’in delil yolu ile galebe çalması olayında ne diyordu Hz. Adem:
-“Sen benim yaratılmazdan kırk bin sene evvel yazılmış olan Tevrat’ta şu ayeti okumadın mı? Orada;
“Adem Rabb’ine âsi geldi ve cennetten kovuldu” denilmektedir.
Hz. Musa;
“Okudum Ya Adem” dediği zaman, “E sen beni nasıl suçlarsın?” diyor. Burada Allah’ın irâdesi mevzusu dile getiriliyor. Allah bunu irâde etmiş, Âmennâ. Allah irâde etmiş ama Allah hesap günü hesabını emrinden soruyor bak, burada bir incelik var… İradesinden sormuyor.
Allah kullarına hesabı, emrinden soruyor.
Yani size gönderdiğim peygamber vâsıtası ile gönderdiğim şeriata, şeriatta belirttiğim emirlerime uydun mu? Ne derece uydun?
Hesabı bundan soruyor, yani emrinden soruyor. İrâdeden sormuyor, irâdeden sormak ters olur çünkü irade zaten mutlak. Olması gerekiyor. İrâdenin olmaması mümkün değil. Allah’ın irâdesinin karşısında her şey boyun eğmiştir.
Bu meseleyi Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri; tekvîn-i emir, teklîf-i emir diye ikiye ayırmış. Yani teklîf-i emir dediğine şeriatten getirdiği emirleri, Allah’ın emrini niteler olarak göstermiş. Tekvîn-i emir derken de, yaratılış emri. Yani, kulun DNA’sına verdiği şifrenin, o kulun yaşantısında açığa çıkma mevzusu ki buna Allah’ın irâdesi demiş oluyoruz. Tekvîn- i emir her zaman hükmünü yerine getirir. Ama teklîf-i emir’e uyup uymadığımızdan da Allahû Teâlâ bizi sorumlu tutuyor. Hesap günü soracağı bu. Teklîf-i emir’e uymuş muyuz… Neyine uymuşuz, neyine uymamışız. Bu mevzuyu iyi kavrarsak o zaman bir kulun, Rabb-i hassının sırat-ı müstakimi üzere iken, Rabb-ül Âlemin’in emrettiği sırat-ı müstakime uygunsuzluğunun ne demek olduğunu anlarız.
Tam anlatabilmek açısından, şöyle bir örnek verelim; Allahû Teâlâ bir kulunda, ‘Mumît’ Esma’sını zuhur ettirdi. Mumît.. Öldüren.. Mumît Esma’sının zuhuru ile, bu terkipte bir kul ne yapar.. Önüne geçeni doğrar, katil olur. Çünkü Rabb-i hassı olan Esma, ‘Mumît’. Dolayısı ile bu Esma’nın gereğini îfâ edip açığa çıkarması gerekiyor. Bu durumda Rabb-i hassı ondan râzı değil mi? Amaç ne.. ‘Mumît’, öldürmesi. Rabb-i hassı burada razıdır. Ama Rabb-ül Âlemin diyor ki; “Ben sana şeriat gönderdim, emrettim. Hangi şartlarda adam öldüreceğini belirttim. Allah’ın düşmanı ile savaşmanı emrettim.” *İşte ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ mevzusunda buradan hareket ettiğimiz zaman kişi kendini tanıdır, Nefsini bilir, Rabb’ini bilir.
Misâl.. ‘Mumît’ Esma’sının yoğun olarak tezâhür ettiği kişi der ki;
“Ben öldürmeye çok meyilliyim.” Böylece nefsini bildi, Rabb’ini bildi.
Ne yapacak o zaman?
Yani kendini ıslah, nefsini terbiye ve tezkiyesi dediğimiz mevzuat.
Allah’ın rızası istikâmetinde, ya bir asker olacak, ya polis olacak.. Bu öldürme fiilini, Allah’ın rızası istikâmetinde kullandığı zaman, Allah’ın düşmanına karşı kullandığı zaman mükâfat alıyor. Ama bu şekilde kullanmayıp da bu Esma’nın yoğunluğu ile gidip de sıradan, suçsuz masumu öldürdüğü zaman ise Rabb-ül Âlemin’in rızasına eremediği için cezalandırılıyor. Bundan dolayı işte Rabb-i hassının razılığı aslında önem arz etmiyor bizim için. Bizim için önem arz eden, Rabb-ül Âlemin’in razı olması. İşte onun için kişi Rabb-i hassını tanıdıktan sonra Rabb-ül Âlemin’i tanıması lâzım ki, Rabb-ül Âlemin neyden razı? Rabb-ül Âlemin’in getirdiği şeriat ne diyor? Allah’ın emri ne diyor? Bu bilgileri edinerek Rabb-ül Âlemin’in rızasına ulaşsın.
Şöyle bir soru gelir ise; “Peki Rabb-ül Âlemin’in her dâim razı olmasının sebebi şeriat hükümlerinde her dâim sabit kalmak mıdır?”
Deriz ki; elbette ki, şeriat hükümlerine sabit bir hayat sürmektir. Çünkü Ehlullah’ın kâmil olanı, makbûl olanı budur. Şeriat hükümlerini gözeterek hayatını devam ettiren, şeriat hükümlerine harfiyen uyandır. Rasûlullah Efendimizin yaşantısına baktığımız zaman getirdiği şeriata harfiyen uyduğunu, yaşadığını görüyoruz. Şeriattan hiç bir sapması yok. Çünkü Allahû Teâlâ’nın emrettiği şeriatı önce Rasûlullah Efendimiz bizâtihi kendinde yaşıyor ve sahabelere, Müslümanlara da tebliğ ederek bunları yaşamasını istiyor. En kâmil örnek bizim için Rasûlullah Efendimiz olduğuna göre; bizde peygamber Efendimizin getirdiğini, tavsiye ettiğini yaptığımız zaman aynı zamanda Allah’ın emrine uygun bir hayat yaşamış oluyoruz.
Baktığımız zaman Rasûlullah Efendimizde şeriata muhalif hiç bir hareket ve tavır görülemiyor. Ehlullah’ın bir kısmında şeriata muhalif hareketler görülebiliyor. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri de bunu ne güzel izah etmiş. Diyor ki:
“Bazı Ehlullah vardır ki; yapıları gereği, mîzaçları gereği, fıtratları gereği sen onda şeriata muhalif gibi bir hâl görürsün. Bu kişi Ehlullahtır evet Allah’ın ehlidir ancak şeriata muhalif hâller üzerinden zuhur eden, açığa çıkan ve bunu gözlemlediğin insanı; ‘irşâd’ sahibi, ‘mürşid’ kabul edemezsin” diyor. Bu insana bağlanılmaz. Bu kişiyi mürşid kabul edipte, onun irşâdı ile irşâd olunma yolunu seçemezsin, bu yanlış bir yoldur. Ancak irşâd edecek olan mürşid; şeriat ahkâmlarına sağlam, sıkı sıkıya bağlı bir mürşid’dir -ki kamil mürşid o’dur. Bunun irşâdında ancak mürid irşad olunabilir. Yani kendine bir mürşid seçeceğin zaman buna dikkat et diyerek, ölçüyü vermiş Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri.
Bir takım şatahat zuhur eden Ehlullah vardır meselâ sekerât halinde farklı sözler beyan ederler, farklı farklı şatahat sözler dökerler. Bunlar da Ehlullah’tır, Allah’ın velî kullarıdır ,lâkin bunları mürşid kabul edipte; “Ne güzel konuşuyor, ne güzel hakikatten dem vuruyor, bende onun yolunu takip edeyim, onun gittiği yoldan gideyim, onun yaptığı amellerle amel işleyeyim” dersek, hata ederiz. Çünkü onların hayatlarında, şeriata muhalif gözüken hâller olabilir. Bu kişiler Ehlullahdandır, bu hallerde olması ,şeriata muhalif hallerde gözükmesi Allah ile ilişkisi durumlarındandır, o kişiye özeldir. Bu davranışlarının sebebi nedir, hangi sebepten bu davranışları ortaya çıkmıştır konusuna şimdi girmeyeceğiz.
Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri eğer bu haller bir Ehlullah’ın üzerinde varsa onu mürşid kabul etme, gidip ona bağlanma, diyor. Çünkü bu seni yanlışa sevk eder. O, kendi hâliyle hâllenmekte. Dolayısı ile sen de onun hâliyle taklîden hâllendiğin zaman, şeriata muhalif işi yapmak neticesinde günahkâr olursun. Onun için, onlar mürşid kabul edilemez. Zaten onlar da irşâd etmek için uğraşmaz. Onlar, sözlerini söyler, demlerini vurur, hâllerini beyan eder devam ederler. Onların mürîdan tayfası yoktur. Veyâhut da müridan tayfası edindi ise dahi o zaman o, onun nakıslığı, eksikliğidir. Edinemez… Edinirse o müridanın ayağını kaydırır Allah muhafaza.