Allah’ı bilmeye dair hakikatler..
‘Allah’ kelimesini kullandığımızda, neye işâret ettiğini bir daha tefekkür edelim. Hâfızamızdan bu bilgiyi çağırdığımız zaman taşlar yerine oturur, daha isâbetli bir tefekkür olur.
‘Allah’ ismi ile işâret edilenin ne olduğunu anlamak için, şöyle bir örnek verdik, dedik ki; gözlerimizi kapatalım, bir hayâl kuralım. Hayalimizde bir köy inşâ edelim; bu inşâ ettiğimiz köyün bir tarafı, meralık yamaç olsun, bir tarafı ormanlık olsun. Köyün ortasından bir ırmak aksın. Köyün içerisine sekiz on tane hâne yapalım. Hasan amca koyunlarını almış, köpeği Çomar’la birlikte o meralık kısımda koyun otlatıyor, dedik. Ayşe Teyze, ahırda ineğini sağıyor. Fatma Abla, tarlada domates çapalıyor. Birkaç çocuk, ırmakta balık tutuyor. Öbür taraftan bir kadın, bebeğini beşiğinde sallıyor, vesâire…
Bu hayâli genişletelim. Köy olarak düşündük ama ne kadar genişletebiliyorsanız genişletmeye müsâit. Bu köyü bir şehir yapın. Şehri, bir ülke yapın, dünya yapın, âlem yapın… Biz mevzu anlaşılsın diye köy örneklemesinden yola çıktık.
Burada şunu da belirtelim teşbihte hata olmasın; Allah her şeyden münezzehtir. Ama ‘Allah’ lâfzı ile işâret edilenin mânâsını iyi idrak edebilmemiz için böyle bir örnek veriyoruz. Bu örnekle ancak, neyin ne olduğunu anlayabilmekte bize bir idrak açılmasını amaçlıyoruz.
Hayâlimizde kurduğumuz bu köy, bu kişiler, bu eşyalar, bu hayvanlar, bu âlem bizim yalnızca hayâlimizde bulunuyor. Yani beynimizde bulunuyor. Bu kurduğumuz hayâli, ne kadar büyütüp genişletirsek genişletelim; bizim bedenimizde, yani zâtımızda, bir genişleme ve bir büyüme oluşmaz. Beynimizdeki hücrelerin kapasitesinin artması gerekmiyor, hücre sayısının artması gerekmiyor veya kafamızın hacmi büyüyüp genişlemiyor. Zâtımız ne ise, sâbit olarak duruyor değil mi?
Bu hayâl ettiğimiz köyümüzdeki Ayşe Teyze, Fatma Teyze, Hasan Amca: “Beni kim hayâl ediyor? Beni var eden nedir? ” diye soru sorduğu zaman; bu var edenin ne olduğunu bilebilmesi için; ancak biz yine hayâl yolundan, bu Ayşe Teyze’ye, Fatma Teyze’ye, Hasan Amca’ya, bizim nasıl sıfatlara sahip bir varlık olduğumuzu bildirebiliriz. Bildirmediğimiz zaman bilmesi mümkün mü? “Beni hayâl eden, nasıl bir varlık?” diye, asla ve kat’â zâtımızı bilemez. Yani neye benzediğimizi, şeklimizin ne olduğunu bilmesi mümkün değildir. Kendisini var edenin ne olduğunu da bilemez.
Yani hakikati itibâri ile onun böyle bir soru sormasını bile biz belirleriz. Onun; “Beni var eden kim acaba?” diye soru sormasını da yine biz dileriz tabii. O soruyu sordururuz, sonra da o sorunun cevabını nasıl bilmesini istersek, hangi sıfatlarımızı dile getirmek istersek, bu özelliklerimizi yine hayâl yönünden hayâlimizdeki kişiye aktarırız.
“Ben buyum, beni böyle tanı.”
Nihâyetinde bu hayâlimizdeki kişi bizi bu cihetten tanır. Bizim verdiğimiz bilgiyle tanır. Kendisine münhasır bir bilgisi asla ve kat’â olamaz.
Yine aynı şekilde bu hayâlimizdeki zâtlar; hayâlimizden çıkıp da; “Ya beni hayâl eden, var eden bu varlık neymiş?, Neye benziyormuş? Şöyle bir karşısına dikileyim, bir göreyim” dese… Bizim zâtımızı görmesi mümkün mü? Hiçbir zaman hayâlimizden çıkması mümkün değildir. Beynimizdeki bu hayâlin beynimizden çıkıp, karşımıza dikilip de “Beni hayal eden zât buymuş” deyip, görmesinin de imkânı yoktur.
Örneğimiz üzerinden düşünürsek; Allahû Teâlâ’nın zâtını görmemiz, asla ve kat’â mümkün değildir. Allahû Teâlâ’nın zâtını hiç bir zaman göremeyiz ve görmeyeceğiz. Cennette Allah’û Teâlâ tecellî edecektir. Tecellî ayrı, zâtını bizâtihi görmek mevzusu ayrı bir şeydir. Allah kendini ne şekilde tecellî ettirecekse onu görenler ancak bu tecelliyi algılayacaktır. Bunu aynadaki yansıma gibi düşenelim. Hayâlimizdeki kişiye de bizim kendimizi tanıtmamıza, tecellî etmemiz diyebiliriz. Ona tecellî ediyoruz böylece bizi tanımış, bilmiş oluyor.
Bizim kurmuş olduğumuz hayâlde, hayâlimizi ne kadar genişletirsek hayâlimizdeki bu kişilere; hayâli hazinemizden, ne kadar mal mülk verirsek verelim, bu bizim sahip olduğumuz hiçbir şeyi eksiltmez. Allahû Teâlâ’da “Ben mülkümden, kulumun istediğinin bir o kadarını, bir o kadarını daha, bir o kadarını daha versem, mülkümden sivrisineğin kanadı kadar bir şey eksilmez.” diyor. Eksilir mi? Ben hayâlimdeki kişiye verdim de verdim altınları, paraları… Nereden verdim? Hayâlimden verdim, hayâlimde var olandan verdim. Benim hayâlimin sınırı, sonu var mı? Hayır bir sonu yok. Allahû Teâlâ’nın da mülkünün sınırı, sonu yok. Ehlullah’ın işaret ettiği; “Biz, Allah’ın ilmindeki ilmî sûretleriz.” dediği hakikat budur. Ehlullah “Âlem, hayâlden ibârettir.” demiştir. Âlemin aslı, hayâldir.
Allahû Teâlâ öyle bir Allah ki; O var idi. Evveli yoktu. Evveldir, Âhir dir. Ne evveli var, ne sonu vardır. Zâhirdir, Bâtındır. Görünendir, görünmeyendir. Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri, bu dört isme çok değinir. İşin hakikati bu dört isimde kilitleniyor. Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın. Aslında bu dört isim, her şeyi ifâde etmektedir. Allah’ın ilmindeki ilmî sûretler olmamız hasebiyle, bizim hakikatte Allah’ın varlığının karşısında bir varlığımız yoktur.
Allah var, bir de âlemi yarattı kendinden ayrı. Şuraya bir âlem yarattı, koydu ve o yarattığı âlemi dilediği gibi yönetiyor diye düşünmemeliyiz. Böyle bir düşünceye sahip olursak, o zaman biz ‘Allah’ diye işâret ederken inandığımız ‘Allah’ı ‘İlâh’ yaparız, ‘Tanrı’ yapmış oluruz, o zaman. Gerçek mânâda Allah’a inanmış, ibadet etmiş olmayız. Bu konuda Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri; “Herkes, zannındaki Allah’a ibadet eder. Hakikatte, ‘Allah’ ismi ile işâret edilen Allah’a ibadet edenlerin sayısı çok azdır.“ demektedir. Yani ‘Allah’ kavramını idrak edip, bilip de buna ibadet eden insanın sayısı çok çok azdır, demektedir. İnsanların çoğu, zannı üzerine hareket eder. Bu hususta yeri gelmişken belirtelim; Rasûlullah Efendimizin zamânında bir câriyeyi imanından şüphe ettiklerine dair şikayet ettiler. Bu câriyenin Allah’a mekan isnat ettiğini söylediler. O câriyeyi, yanından geçerken işaret etmeleri üzerine, Rasûlullah Efendimiz: “Sen Allah’a inanıyor musun, îmân ediyor musun?” diye sordu.“Îmân ediyorum Ya Rasûlullah” dedi. “Peki, Allah nerededir?” dedi, Rasûlullah Efendimiz. O da, parmağıyla göğü gösterdi, “Oradadır” dedi. Yani Allah’a bir mekân tahsis etti; kendi idrakine, ilmine göre. Rasûlullah Efendimiz “Buna dokunmayın” dedi. Bahsedilen cariye Îmân etmiş, Rasûlullah onun imânının derecesini sorgulamıyor. Allah’a îmân etmiş fakat ilmi nispetinde nasîbi ne ise, âyân-ı sâbitesi ne ise onun nispetinde iman etmiştir. İstîdâdı nispetinde kişinin imanı gelişir. Daha ötesi olmaz. Hakikatlere dair âyân-ı sâbitesinde nasîbi ne ise, o idrak düzeyine çıkabilir insan. Ötesine geçemez, mümkün değil. Çünkü, onun sınırı orada bitmiştir.
İlmi olmayan bir insan Allah’a îmân edipte, Allah’a bir mekân tahsis ediyor ise; bu, zannındaki ‘Allah’ı ilâh edindiğini gösterir. Bu kişi hakikat ehline göre bir ‘ilâh’a bir ‘Tanrı’ya ‘Allah’ ismini takmıştır. İnsanlardaki îmân dereceleri değişir. Yukarıda bahsettiğimiz kişiye îmân ettiği için Müslüman denilir. Bu kişi sadece Allah’ın varlığına îmân etmiştir. Allah’ın birliği mevzusuna girmemiştir. Oraya girmek için Mü’min olmak gerekir.
Burada şöyle bir soru gelebiliyor: “Zihnimdeki kişi ben istemeden dua edemeyecek ve onun ettiği duanın pek bir önemi kalmayacak çünkü benim zaten zihnimdeki belli, o zaman buradaki duanın önemi nedir?”
Bizde şöyle deriz; bu soru hakikat cihetinden bir soru. Sorularımızı ya da verdiğimiz cevaplarımızı, hakikat cihetinden ya da şeriat cihetinden diye ayıralım. Aslında hakikat ile şeriat birbirinden ayrı şeyler değil, fakat İdrak var. İdraki hakikat cihetinden yapacaksak, o cihetten bakıp cevaplayacağız.
Yaratılan her kul hakikat boyutundan Allah’ı tanıyamaz. Tabii ki bunun böyle olması da yine Allah’ın dilemesidir.
Allahû Teâlâ bütün kullarını derece derece yarattı. Bu derecelenme Âlemin kemâlâtı için gereklidir. İnsanlar, idrakte, şuurda, amelde aynı derecede olsaydı kemâl ehlinin, kemâlâtın farkını idrak etmesi mümkün olmazdı.
Allah’a yakîn elde etmiş Ehlullah’ın, bu kemâlâtın, ne olduğunun idrakine varmakla ve bu kemâlâtın, üst düzeyde idrakini yaşayabilmesi için, âlemdeki bu derecelenmeyi görmesi gerekir. Ârif kişi, en alt seviyedeki insanın idraki ile aradaki mertebeler ve en üst seviyedeki insanın idrakinin farklılığını, çeşitliliğini gördüğü zaman, işte bu kemâlâtın ne olduğuna vâkıf olur.
Allahû Teâlâ diyor ki; “Sizin dualarınız olmasa, benim indimde hükmünüz olmaz.” Dua,çok önemli. Kul, Allahû Teâlâ’ya dua edecek. Başka bir ayette Allah; “Hiç günah işlemeseydiniz, sizi helâk eder; günah işleyip, sonra beni hatırlayıp tövbe edecek kavim yaratırdım.” diyor. Bu hikmeti anlamak lazım.
Yani âlemin kemâlâtı için derecelenme şarttır. Robot gibi tek tip; her şeyde, İdrakte, şuurda, görüşte, fikirde tek tip olması mümkün değildir. Allah bunu dilemiş. Bunu dilemesinin sebebi de, kemâlâtı görülsün diyedir. Âlemdeki bu derecelenme neticesinde gören gözlerin, bu kemâlâtı görmeleri istenmiştir.
Kötü ahlâk olmasa, iyi ahlâkın hikmetini anlayamayız. Âlemde kötülük olmasa, iyiliğin makbûliyeti açığa çıkmaz. Hep iyilik olsa, hiç kötülük olmasa, ‘kötülük’ nedir bilinmez. O zaman iyiliğin, ‘iyilik’ olduğu anlaşılmaz. Her iyilik standart olsaydı kıyas yapacak bir şey olmazdı. Onun için, âlemde kıyas oluşsun diye derecelenme oluşmuştur.
Allahû Teâlâ şeriatını bildirerek bize derecelenmede bir yol göstermiştir. Aslında âlemde, bu olan olayların hepsi olması gerekenlerdir. Fakat getirdiği şeriat amelleri nitelemiştir. Haramlar, helaller, mekruhlar belirlenmiştir. Kötü olan men edilmiş, iyi teşvik edilmiştir. Bu derecelenmeyi, bu farkı şeriat ortaya çıkarmıştır. Şeriat, bunu getirmeseydi o zaman bu ayrım zaten olmayacaktı. İyi-kötü ayrımı zaten açığa çıkmayacaktı, olmayacaktı. Olmayınca da, derecelenmenin açığa çıkması olmayacaktı. Ârif için kemâlâtın ne olduğu ortaya çıkmayacaktı. Bizler Allah’ın getirdiği şeriatın terazisine koyarak iyiyi, kötüyü ve dereceleri niteleriz. Allah indinde ise, olması gereken olmaktadır. Kur-an’ı Kerim’de âyette; “Başına gelen kötülükleri nefsinden bil. İyilikleri Allah’tan bil. Ondan sonra de ki; ‘Hepsi Allah’tandır.'” diye buyrulmaktadır.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri bu konuyu şöyle açmış; kötülükleri tabi ki nefsimizden bileceğiz. Nefsimizin, hevâ-hevesinden, şeytanın vesvesesine uymaktan dolayı bir kötü hale büründü isek, bir kötülük olduysa bu durumun sorumlusu nefsimizdir. Başına gelen güzellikleri, iyilikleri ise Allah’tan bilmek gerektir. Allah güzeldir, güzeli sever. Allah, kötülüğü dilemez, istemez. Allah’ın nitelemesinde zaten ‘kötü’ diye bir kavram da yer almaz. Sadece şeriat ile iyi-kötü diye ayırmış. Allah’ın ilminde olması gereken olur. Burayı iyi kavrayalım. Aslında iyi de bir kötü de bir. Allah’ın indine göre ne olması gerekiyorsa, o oluyor.
Herkes, Rabb-i hassının zuhûr ettirdiği hâle göre bir hayat yaşadığına göre ve Rabb-i hassına göre hareket ettiğine göre (bu cihetten bakarsak olaya) olması gereken oluyor zaten.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri; “Allah’ın bir irâdesi vardır, bir de emri vardır. Bak, bunlardan seni hangisi kurtaracaksa ona yapış” diyor. Sen, Allah’ın irâdesi cihetini idrak etti isen, bu hakikati anladın, idrak ettin, yaşantına da geçirdin ve Allah’ın irâdesinin ne demek olduğunu biliyorsan o zaman ‘irâde‘ cihetine bak. Ona bakarak yaşantına devam et (eğer kurtuluşuna o sebep olacaksa).
Eğer ‘İrâde‘ bilgisini idrak edemiyorsan, o zaman Allah’ın ’emri’ cihetine bak. Yani Allah, şeriatında ne buyurdu ise, harfiyen o emirleri yerine getirme gayretini sarf et. Yaşantını buna göre düzenle.
Hızır Aleyhisselam, Allah’ın irâdesi cihetine bakar, emri cihetine değil. Çünkü Hızır Aleyhisselam ledün ilmine sahiptir. Yani Allahû Teâlâ, levhi mahfuzda yazmış olduğu hakikatten, gaybındaki bu bilgiden Hızır Aleyhisselam’a vermiştir. Musa Aleyhisselam ile Hızır Aleyhisselam’ın arkadaşlığında Musa Aleyhisselam’ın bu arkadaşlığı sürdürememesi, Hızır Aleyhisselamın bazı yaptıklarına itiraz etmesi bu sebeptendir. Musa Aleyhisselam peygamber olması hasebiyle, Allah’ın ona bildirdiği bir şeriatle gelmiştir. Peygamberlerin hepsi Allah’ın emri cihetinden hareket eder, etmek zorundadır.
Allahû Teâlâ peygamberlerine diyor ki; “Ben sana bir şeriat verdim, bu şeriatı muhafaza edeceksin. Ve şeriatımdan emrettiğim cihet ne ise, o emrimi yerine getirmek üzere tebliğini yap, savaşını yap, icraatını yap” diyor; irâdesini peygamberlere zorunlu tutmuyor. Peygamberlere irâdemi anla ve idrak et ve irâdemdeki mevzuata göre hareket et, demiyor. Peygamberlere Hud Suresi 112. Ayetinde buyurduğu gibi, diyor ki; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”
Yani, ‘Benim emrimi gözet’ diyor Allahû Teâlâ, ‘irâdemi‘ gözet demiyor. Ama Hızır Aleyhisselam ve onun gibi olanlar (ledün ilmine sahip olanlar) ise Allah’ın irâdesini gözetir, emrini değil. Kıssayı hatırlayalım, neydi Allah’ın irâdesi.. O çocuğun ölmesiydi. Hızır Aleyhisselam gitti, tokatı yapıştırdı, çocuğu öldürdü. Musa Aleyhisselam Allah’ın emrini gözetmesi gerektiği için, peygamber olarak itiraz etti. “Sâbi yavruyu durduk yere neden öldürdün?” dedi. Şeriatına muhalif çünkü. Şeriat ne diyor. Suçsuz bir yavru öldürülmez, katledilmez. Ama irâde ne diyor; o çocuğun orada ölmesi gerekiyor. Aynı şekilde, geminin delinmesi mevzusu incelenirse; Hazreti Musa Hazreti Hızır’a; “Gemi sahipleri bize yardım ettiği hâlde, ücret almadığı hâlde sen gemiye zarar verdin!“ diyerek, itiraz ediyor.
Bir diğer olayda ise, kovuldukları köyden – neredeyse taşlanıp öldürüleceklerdi–. “Bunların bize kötülük etmelerine rağmen ve ölümle tehdit edip, bizi köyden atmalarına rağmen, sen bu köydeki insanların evini onardın, duvarını ördün, neden yaptın bunu?” diye itiraz ediyor. Halbuki olayların başında Hızır Aleyhisselam ve Musa Aleyhisselam arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Hızır Aleyhisselam “Sen bana sabredemezsin. Allah’ın sana verdiği ilimler ayrı, senin bildiğini ben bilmem, benim bildiğimi sen bilmezsin.“ demişti, bunun üzerine Musa Aleyhisselam ise şöyle demişti; “Ben sana sabredeceğim, beni sabredenlerden bulacaksın, sabretmez isem benimle arkadaşlığını bitir.”
Hızır Aleyhisselam, peygamberin; “Sabretmezsem benimle arkadaşlığını bitir.“ emrine uyarak onunla yolculuğunu sonlandırdı. Hızır Aleyhisselam, peygamber olarak Musa Aleyhisselamın emrine uydu. ‘Hükmü yine sen koydun’ diyor yani Musa Aleyhisselam’a. “Emrettin, sen peygambersin, ben şu an senin şeriatına göre emrine uymak zorundayım. Sen; ‘Sabretmez isem, benimle arkadaşlığını bitir’ dedin; senin bu emrine binâen ben seninle arkadaşlığımı bitirmek zorundayım.” dedi, bitirdi.
Hızır Aleyhisselam, Allahû Teâlâ’nın irâdesine göre hareket ediyordu. Yani ‘levhi mahfuz’ da ne yazdı ise neyi takdir etti ise, o takdir edilenden bilgi aldığı için bununla amel etti.
Allah en doğrusunu bilir.
Ahmet Şahin Uçar