Allah’ı bilmeye dair..
Ehlullahtan bazı insanlar da vardır ki; Allah’ın irâdesine göre hayatını ikâme eder, devam ettirir. Allah irâdesinde ne buyurduysa, levh-i mahfuzdan ona neyi gösterdi ise, ona gaybdan neyi açtıysa o kişi, ilâhi irâdedeki olması gerekeni görür ve onunla amel eder.
Şeriat ehli ise, Allah’ın iradesi bilgisine sahip olamadığı için yukarıda bahsedilen ehlullah’ın hallerini eleştirir. Mesela şeriat hükmünde, kuvvetli bir insanı, zayıf bir insana zûlmederken gördüğün zaman, müdahale etme kudretin varsa, müdahale et. O zayıfı kurtar, diye emreder. Diğer yandan Allah irâdesinde; o zâlimin zûlmüyle, o mazlumun orada canını teslim etmesini ya da bir zarar görmesini irâde etti ise,bu duruma kimse müdahale edemez, etmemelidir. Bu ‘etmemeliyi’ gördüğü için, Allah’ın iradesini gördüğü için ehlullahtan bazıları cereyan eden olaya bir tepki vermez. Öteki taraftan şeriat ehli de bunu eleştirir.
-”Ya adama bak, orada adamı kesiyorlar kılı bile kıpırdamadı, nasıl müslüman bu!” der, eleştirir.
Ehlullahtan olan kişi ise ilâhi irâdeyi bilmektedir. Olan olayın mutlaka cereyan edeceğini, Allah’ın kazâsı ve kaderinin ve hükmünün öyle olduğunun bilgisine sahiptir. Çünkü levh-i mahfuzdan bu bilgileri seyretmiştir. O katilin o mazlumu katletmesi gerekiyor orada, irâde bu şekildedir. Müdahale etmeye kalksa da, hiç kimse bu kaderi engellemeye muktedir olamaz. Bu bilgilere sahip olan ehlullah bu sebeple tepkisiz kalır.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri, “Allah bir şeyi emreder ama emrettiği her şeyi irâde etmez“ der.
Câferî Sâdık bu konuyu açarak, ne güzel şerh düşmüş ve demiş ki; “Allah, Âdem’e yasak meyveyi yeme diye emretti ama yemesini irâde etti. Şeytana da; Âdem’e secde et diye emretti ama secde etmemesini irâde etti.”
Allah’ın emri ne demek, irâdesi ne demek bunu bilmemiz gereklidir. İbnü’l Arabi Hazretlerini anlamamız için bu bilgi temel kavramlardan birisidir. Hakikati (-sistemi-) anlamamız ve okumamız için Allah’ın emir ve irâdesinin ne demek olduğunu, iyi anlamamız ve idrakte beyinlerimize oturtmamız lâzımdır. Olaylara bakarken, bu cihetten bakarsak kâmil bir bakışa sahip oluruz.
Şöyle bir soru soruldu bize: “Bu bilgilere sahip olmayan biri burada hata yapabilir. Doğru düşünceden ayağı kayabilir. “Bu akşam yatsıyı kılmak emrolundu ama ben kendi kafama göre kılmayacağım. O öyle irâde etti.“ diyebilir. Bu durumda ne yapmalıyız?”
Biz de şöyle deriz: Günümüzde bazı insanlar bu yanlışa düşüyor. Haram bir fiil işlediği zaman; ben böyle bir fiil işliyordum ama bu fiili işlemeyi Allah bana irâde etmeseydi, ben işlemeyecektim diyor. Bu kişiler hakikat bilgisinden az bir bilgi öğrenmiş ve bu bilgiyle güya nefsini temize çıkarmayı amaçlamıştır.
Bu kişiler kendilerinde levh-i mahfuz bilgisi varmış gibi davranarak ve düşünerek büyük bir hata yapmakta ve günahkar olmaktadırlar. Sadece lâf olarak “Allah irâde etseydi ben bunu işlemezdim. Bu şarabın başında oturup da içmezdim. Demek ki Allah bana bunu yazmış. Yazmış ki, ben burada oturmuşum da bu şarabı içmişim“, deyip de kendini temize çıkarmaktadır. Bu insan çok büyük yanlıştadır, günahkâr bir insandır.
Sen Allah’ın irâdesinin o olduğunu nereden biliyorsun. Levh-i mahfuzda onu okudun mu? Sana açtı mı onu? Ledün ilmi verdi mi? İrâdenin ne olduğunu gördün mü? Bunların cevabı, hayır.
Bazı zümreler ( ismini telâffuz etmeyelim), sapkın zümreler vardır. İbnü’l Arabî Hazretlerini okuyarak; bu hakikatlerden birazcık nemalanıp, hem nefislerinin istek ve arzuları doğrultusunda bir hayat sürüyorlar ve bu nefis ve arzularının doğrultusunda bir hayat sürerken de kendilerini şöyle temize çıkarıyorlar; “Ben fenâfillâha erdim. Yokluğumu anladım idrak ettim. Yokum.“ Daha önce değindiğimiz, ‘Allah’ın ilmindeki ilmi sûretleriz’ bilgisi gereğince; ben yoksam; yapan ‘O’, eden ‘O’, ‘Ben’ diye bir şey yok. Fenâfillâh…
Dolayısı ile şu senin ‘ben’ diye gördüğün, şu Ahmet diye gördüğün zevâtın, şurada işlemiş olduğu kusurları, günahları, sen Ahmet işledi diye görüyorsun. Halbuki Hak orada cereyan ediyor, diyorlar. Ne güzel temize çıkarıyorlar kendilerini. O, hakikat mertebesinden o idraki yaşamadığı halde, hakikatten birkaç kelimeyle temize çıkarıveriyorlar. Şeytan artık onları nasıl kandırıyorsa, nasıl vesvese veriyorsa veya nasıl onlara mürşidlik ediyorsa böyle bir yanlışa düşüyorlar. Nefis o şekil istiyor, arzuluyor. Buna da bir kılıf buluyor işte… “Allah’ın takdiri bu, kaderim buymuş, Allah böyle yazmış.“ diyorlar.
Bir olay cereran edip olduktan sonra; “Evet Allah’ın takdiri buymuş, kader buymuş” denilir. Buradan yine döneceğiz işin başına. Âyân-ı sâbite’ye dönmek zorundayız. Hani dedik ya; “ilim mâlûma tâbîdir.” Bu bir düsturdur hakikat mevzusunda. Allah’ın ilmi, mâlûma tâbîdir.
Mâlûm olan (mevcûdât), yokluktan varlığa çıkacağı zaman istidadını talep eder. Allahû Teâlâ’dan biz talep ettik istîdâdımızı. Konunun anlaşılması adına, bu farklı sorulara cevap vermek adına ehlullah bu olayı böyle tâbir etmiştir. Biz talep ettik. Allah, neyi talep ettiysek onu yarattı, verdi.
Lâ taayyün makamına çıkarsak ve oradan bakarsak zaten biz diye bir varlık yok. Talep eden O’ dur, veren O’dur. İşin hakikati, talep edecek bir birim dahi yoktur. Çünkü O’ndan gayrısı yok.
Burayı iyi idrak etmek lâzım!
Lâ taayyün makâmından bakıp, yaşarken de o baktığımız cihetten yaşayamayız, bu mümkün değildir. Şehâdet âleminde yaşarken şeriatın hükümleri bizi bağlar. Bağlamak zorundadır, Allah’ın emrine uymak zorundayız. Çünkü Allahû Teâlâ hesap sorarken emrinden soruyor, irâdesinden sormuyor. Hesap günü kuluna; “Ben, sana gönderdiğim şeriatla şunları şunları emrettim. Bunların hangisine uydun hangisine uymadın… Gel kulum, hesabını ver” diyecektir. Sorgu emirdendir, irâdesinden değil.
En baştan beri bir denklem gibi, yaradan bilgileri veriyor, buna göre bak, diyor. Buna göre bak ve kemâlâtı oluştur. Bu bakıştaki kemâlâtla da beni tanı. Yani, kullarından istîdâdı olandan bunu istiyor Allahû Teâlâ, herkese bu hakikat cihetiyle beni tanı demiyor. Çünkü herkesin istîdâdı farklı, yaradılıştaki maksatlar, gâyeler farklı, mizaçlar farklı, fıtratlar farklıdır. Diyor ki; sende mevcutsa bu istîdât, verildi ise, istîdâdın nispetinde beni tanı. Zaten istîdâdın ötesine geçmen mümkün değildir, sana ne verildi ise verileni açığa çıkarabilirsin. Rabb-i hassın cihetiyle sana ne verildi ise, senin açığa çıkaracağın da odur zaten… Ötesi yok. Dolayısı ile kimin kabı ne kadarsa, o kadar alır. Bardak, bardaklığı kadar alır. Sürâhi, sürâhiliği kadar; küp, küplüğü kadar alır. Kapların ebatları neyse, o kadar alacaktır.
O zaman işte Allah’ın bizden istediği; bu hakikatleri, bizim istîdâdımız doğrultusunda, ilmimiz doğrultusunda değerlendirmek ve onu tanımaktır. Yaratmış olduğum kullarım beni bilsin, tanısın. Benim şu âlemdeki kemâlâtımı seyreylesin istiyor. Âlemde derecelenme vardır ki kemâlâtın ne olduğu açığa çıksın. Allahû Teâlâ, âlemde herkesi aynı istîdâtta halk etseydi, kemâlâtın ne olduğu açığa çıkmazdı. Kötü olmasaydı, iyinin kıymeti olmazdı. Kötü de olacak ki; kıyas yapılarak iyinin güzelliği ortaya çıkabilsin. İyinin üstünlüğü, iyideki fazîlet, iyilikteki bu üstünlük, bu kıymet açığa çıksın kıyas yapılabilsin.
Hayatımızı yaşarken, bu kemâlâta farklı merhalelerde bakmamız gerekmektedir, burada kınama amacımız olmamalıdır. Âyân-ı sabiteleri gereğince, kemâlâttaki eksik, noksan, nâkıs olanları görüp, kendimize onun üzerinde bir kemâlât vermesi hasebiyle, Allahû Teâlâ’ya hamd etmemiz, şükretmemiz gerekir. “Ya Rabbi! Bana, onun üzerinde, fevkinde bir kemâlâtla seni idrak etme kapasitesi bahşettiğin için sana hamd olsun“ dememiz gerekmektedir. Allah’ın bizden istediği de bu zaten.
Bu durumda işte yine yukarıda açıkladığımız konuya geliyoruz. ‘Hamd’i yapan kim? Allah kendi kendini, kendinden kendine hamd etmekte hakikatte… Bizim dilimizden Allah kendini hamd etmekte aslında.
Bu konu ile ilintili bir başka konuya bakalım; Rasûlullah Efendimiz Makâm-ı Mahmûd’a nasıl yerleşmektedir anlamaya çalışalım. Biz, her ezan okunuşunda ezan duası yapıyoruz. Makâm-ı Mahmûd’u Rasulullah Efendimize vermesi için Allahû Teâlâ’ya niyazda bulunuyoruz. Dikkat edelim! Mü’minlerin duasıyla, Makâm-ı Mahmûd’a ulaşması için özel bir dua var ve bu dua neticesinde, Allah bunu sebep kılarak Rasûlullah Efendimize Makâm-ı Mahmûd’u tahsis ediyor. Düşünsene! Her ezanın okunuşunda milyonlarca mü’minin ezan duası yapması neticesinde veyâhut da Rasûlullah Efendimizi zikretmekle, milyonlarca insanın gerek namazında, gerek namazı dışında salât ve selâm getirmesi ile Rasûlullah Efendimizin makâmını yüceltmiş oluyoruz. Rasûlullah Efendimizin makâmının yücelmesi; bizim vesîlemiz ile bizim o salâvatı getirmemiz ile bağlı olduğu gibi o ezan duasını okumakla mertebe almamız da O’nun vesîlesi ile olmaktadır. Hep birbiriyle ilintili…
Biz O’nu yüceltirken, O bizi yüceltiyor. Bizim ona salâvat getirmemiz neticesinde makâmını yükseltirken, O da öbür tarafta bize şefaat ediyor. Dikkat ediniz! Birbirleriyle daima bir bağ var.
Kul Allah’ın kendine verdiği anlayış mertebesine hamd ettiğinde, Allahû Teâlâ aslında kendi kendini hamd etmekte. Nasıl hamd etmekte? Kulunun diliyle hamd etmektedir. Her namaza duruşumuzda; “Elhamdülillâhi Rabbil âlemin” diyerek, hamd ettiğimiz zaman, hakikati itibariyle Allah kendini hamd etmektedir. Allah kulunun dili ile hamd etmektedir.
Fütuhat’ı Mekkiye’yi okuduğumuz zaman, bu konularla bağlantılı yerlere geldiğimizde bu taşlar daha da yerine oturacaktır. Öğrendiğimiz konuları puzzle gibi düşünürsek; bu konuların her biri yap-bozun parçacıkları hükmündedir. O yap-boz parçalarını birer birer yerlerine yerleştiriyoruz. Bu ilmî mevzuların hepsini cem edip de ondan sonra o tabloya baktığınızda asıl resmi görebileceğiz. Âlemi okumak, işte o zaman mümkün olacaktır. Yap-boz parçalarını ilmî konularla alâkalı mevzular olarak düşünelim. O ilimleri ne zaman tamamlarsak, o parçaları yerlerine yerleştirirsek tam resim, o zaman ortaya çıkacaktır. Allah’ı tanıma yolunda kimin yap-bozundaki parçalarında noksan yoksa ya da az ise resim o kadar kâmil ortaya çıkar. Kimin yap-bozundaki parçalarında noksan fazlaysa, resim de o kadar belirsiz ortaya çıkar.
Ehlullah’a göre bizim yaradılış gâyemiz; ahsen-i takvîm olarak yaratılan insanın, Allah’ı o kemâlâtla idrak etmeye çalışmasıdır. Ahsen-i takvîm olmanın ne demek olduğunu idrak edelim. Zaten bu idrakın son noktası da Hazreti Ebubekir’in dediği gibi; “Allah’ı idrak, idrak edilemeyeceğini idraktir.” En son noktada kulun varacağı yer burasıdır. Allah’ı idrak, idrak edilemeyeceğini -lâyıkıyla, kemâlâtıyla, künhüyle idrak edilemeyeceğini- idrak etmektir. Bilirsin ki; Allah idrak edilemez. Hayâlimizdeki verdiğimiz örnekte; hayâlimizdeki Hasan amca kalkıp da, hayalimizden çıkıp da bizim zâtımızı, künhümüzü, mevcûdâtımızı tam lâyıkıyla görüp idrak etmesi mümkün olmadığı gibi biz de Allah’ı bu mânâda idrak etmemiz asla ve kat’a mümkün değildir. İdrak yolculuğumuzda en son işte bu bilgiye ulaşırız. Allah’ın, ‘idrak edilemeyeceğini idrak’ noktasına ulaşırız. Kemâlâtta yükselmekle birlikte, varacağımız son nokta budur.
Allahû Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de Rasûlullah Efendimize hitapla; “İlmimi artır de.” diye tavsiye ederken, emrederken aslında onun nezdinde mü’minlere de demiş oluyor. Rasûlullah Efendimiz diyor ki; “Her şeyde kanaat edin, bir tek şey hâriç; ilim konusunda kanaat etmeyin.” diyor. Hep daha fazlasını isteyin. Onun dışında her şeyde kanaatkâr olun. Şükredin, kanaat edin ama ilim konusunda kanaatkârlık yok. Her dâim ‘ilmimi artır’ diye dua etmemiz lazım. Çünkü Rasulullah Efendimiz hep öyle dua ediyordu; “Rabbi zidni ilmen ve fehmen ve İmâna” diye dua etmemiz lâzım. İlmimizin artması nispetinde imânımız kuvvetlenir ve O’nu idrakimiz artar. Çünkü ilimde kanaat yoktur ve ilim olursa Allah’ı idrak edebiliriz. İlim olmadan onu idrak etmek mümkün değil ki. O zaman yol; ‘ilim’ yolu. Yol; hikâye yolu değil.
Ehlullahın hayatlarındaki, yaşantılarındaki menkîbeleri okursun. Âmennâ. Îmânında bir kuvvetlenme hâsıl olması için, onların yaşantılarındaki o bakış açılarını, onların felsefelerini idrak etmek için, menkîbe okumak güzeldir. Ama ilmî hakikatler okuyarak bu idraki oluşturman, nûr âlâ nurdur. Çünkü, Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri buyuruyor; “Alemde doğru, daha doğru, kâmil ve daha kâmil vardır.” Sen belki menkîbe okumakla doğru bir iş yaparsın. Evliyânın hayatını okumakla; nasıl yaşamış, nasıl ibâdet etmiş, sosyal ilişkileri insanlarla nasılmış? Bunları okumak da iyidir, doğrudur, güzeldir ama daha doğrusu var. Derecelenme var yani âlemde. O zaman daha doğrusuna tâlip ol -ki merteben yüksek olsun. Daha kâmiline tâlip ol.
Kâmil bir insan olabilir ve bu kişi bir doğruyu iddia eder, ben doğruyum der. Eyvallah, o doğrudur. Bu kişi kendi ilmine göre doğrudur. O âna kadar edindiği ilme göre (o ânki mevcut olan ilmine göre) onun yaptığı iş ya da bakış açısı doğrudur ama o ilmin fevkinde ilme sahip olan insanlar da var. O ilmin fevkinde ilme sahip olan insanın baktığı doğru; öteki insanın doğrusundan daha doğrudur. Dolayısıyla o insan, o kâmil diye addedilen insandan daha kâmildir. O zaman bize düşen daha doğrusuna ve daha kâmiline tâlip olmaktır. Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri; daima daha doğrusuna, daha kâmiline tâlip olmayı tavsiye ediyor ve izahatlarını da hep bu yönde yapıyor.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri bir amelî mevzuatı veyâhut da bir idrak konusunu açıklarken bu konuda bilgi veya amel sahibi olan zümrelerin bakış açılarını ve neden öyle hüküm verdiklerini de açıklamıştır. Bunu şu ilme sahip olduğu için, şu açıdan baktığı için böyle yapmıştır, diye ifade ettikten sonra bunun doğrusu budur diye izah etmiştir. Falanca zümre şöyle yapmıştır çünkü bu açıdan bakmıştır. O, şu ilme sahiptir diye izahatta bulunmuştur. En son kendi görüşünü ortaya koyarak, bize göre; kâmil bakış şudur, şu açılardan bakmak gerekir ve en kâmil fiil ve bakış şu olmalıdır, diye açıklamıştır.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretlerinin bu tarz, bu uslûp üzere olması mükemmel bir şeydir. Derece derece açıklamalarla her zümrenin hakkını vermiştir. Bu adam böyle yaptı; yaptığı veya verdiği hüküm doğrudur ancak doğrusu kendi ilmine göredir demektedir. Yani bu davranışı yapan yanlıştadır deyip hemen onu atmadan, daha doğrunun da olabileceğini göstermektedir.
Muhyiddin İbnü’l Arabî Hazretleri bu kişiler hakkında; “Sâhip olduğu ilim, ona bu bakışı vermiştir dolayısı ile öteki bakışları göremez, görmediği için bu kişinin de yaptığı doğrudur. Ama öteki bakışları da gören insanın yaptığı daha doğrudur, daha kâmildir” der. Kâmil bir görüşe sahip olabilmen için bu bütün bakışları gören bakışı elde etmeyi tavsiye etmiştir.
Allah en doğrusunu bilir.
Ahmet Şahin Uçar